Okumak istemeyenler için özet: Pul almadım, sorunsuz girdim, sarı zarfı komple teslime ettim ve cd alınmadı.
Vizeyi aldıktan sonra, çantada bir sarı zarfla bir süre beklemek en zor olanlardan biriydi. Bu sürede birkaç kez tekrarlayan kabuslarda bu zarfın yandığı da oldu kaybolduğu da unutulduğu da… Neyse, vizenin süresi altı ay ve ben hayatımın en zor dönemlerinden birindeyim, istesem de istemesem de yapmak zorunda olduğum ve çok uzun zamandır emek harcadığım bir işin de sonlarındayım. Bu nedenle ilk girişi baya bir geç tarihe erteledim. Bir de iki doz aşım tamamlanmamıştı, ikinci doz aşı 31 Aralık’ta olacak bunun üstüne bir de 14 gün daha beklemem gerekecekti. Neyse iki dozu da yaptırmış oldum o arada. Son gelişmeler, kurdaki acayip hareketler, zamlar filan olmasa muhtemelen bir iki hafta daha beklemeyi göze alabilirdim ama alamadım. Eylül ayında 5600-6500 tl aralığında olabilen gidiş-dönüş biletleri THY’de önce 8’lere sonra 9’lara sonra…12’binlere çıktı. O sürede benim gelirimde böyle muazzam bir artış olmadığı gibi olanın da bir işe yaramamaya başladığı bir seviyeye geçiş yaptık. Bu durumun yarattığı panikle 20 aralık haftası biraz takip biraz araştırmayla ilk giriş için 2-3 günlük de olsa bilet almaya karar verdim. İlk girişi, sürekli kalmayı düşündüğüm şehre değil, ama muhtemelen bir daha gitmek istemeyeceğim az da olsa gezilebilecek bir yere olmasını tercih ettim. Havaların giderek soğuyacak olmasının da etkisiyle daha kuzeydeki eyaletlere hiç bakmadım. Öyleydi böyleydi derken, New York’a karar verdim, bileti aldım, toplam 2 gece 3 gün sürecek şekilde airbnb’den Brooklyn-Williamsburg ortası bir yere rezervasyon yaptım.
New York’u tercih etmeye en önemli etken, toplu taşıma ve havaalanından merkeze metro ve otobüs gibi seçeneklerin olmasıydı.
Geldik gidiş gününe… Ankara’dan yola çıktığımda saat 02:00 sularıydı, 2 saat dışında uyuyamadan taksiye atlayıp havaalanına geçtim. THY 04.35 uçağı için şaşırtıcı bir biçimde tam zamanında uçağa aldı ve işlemleri tamamladı. Ne ki, uçağın içinde 1 saat bekledikten sonra pilot efendi uçağın arızalı olduğunu yeni uçağa aktarılacağımızı söyledi. Saat 05:40. NYC uçağı 08.35’te. İnmesi, koridor toplaşmasıydı, kapıydı derken saat 06:00. Yeni uçak geldi, açıklama elbette yok, özür yok, aktarmaya ne olacak bilgi yok. Uçak 06:50 havalandı. İniş saati 07:40. NYC uçağına 1 saatten az kalmış, daha uçağın park mevzusu var, git git bitmedi. Neyse Kabin Şefi’ne sordum yetişir mi? Onların planı hazırdı 15:00’de başka uçuş var ona binersiniz. Yok dedim bana izin verin ben bu uçuşa yetişirim, gerekirse de koşarım. Peki dedi, inmeden uçağın ön kapısının önündeki koltuğa gitmemi istediler. Ve başladım, neye olacak tabi ki koşmaya. O gün koşamadığım için içimde azcık dert olacaksa da kalmadı. Herhalde o koştur koştur hal, tıka basa dolu pasaport, pasaport kontrol memuru pul filan sormadı. Sorsa da savaşa hazırdım. Geçtim. Gözen güvenlik de pek ilgilenmedi, oradan geçiş de kısa sürdü ve uçağa zamanında bindim…
Dikkat! : Kişisel tecrübeyle sabittir. Yabancı bir ülkeye giderken, özellikle uçaktan inmeye yakın tanımadığını kimseyle mümkün olduğu kadar iletişime geçmeyin. Size soru soranları da kısa cevaplarla mümkünse yanıtsız geçiştirin. İllaki cevap verecekseniz, gümrük girişi sonrasında, pasaport memurundan sonraya bırakın.! Yanlarında yasaklı maddeler taşıyor olabilirler, girişlerinde sorun yaşayacaklarsa sizi de peşlerinden sürükleyebilirler falan filan…
İnerken yanıma yanaşan biri birkaç soru sordu. Önce kısaca cevap verdim baktım yanımda yürümeye başladı, lütfen artık dedim, kontrole gidiyoruz diyerek uzaklaştım.
US-Citizens bölümünden girdim ve memura evraklarımı verdim. Memur Türkçe Merhaba XX. Nasılsın dedi? Aa dedim, Türkçe biliyor musunuz? Evet dedi. Memur bizden çıktı. Evrakları hızlıca inceledi, CD alınmadı, vizeye mührü vurdu ve işlem tamam. ABD’ye Hoş geldiniz!
Hemen ardından bavul beklemeye başladım, bavulumda gıda yoktu. Yaptığım sandviçi de yolda yemiştim. Bavulu beklerken, bir yandan telefonla konuşuyorum, bu arada arkadan iki minik patinin bacaklarıma ve sırtıma vurduğunu hissettim. Arkamı döndüm minicik bir köpek, aa ne tatlısın sen diyecekken, pek de tatlı bir sahibi olmadığını gördüm. Polis: Çantanda ne var! Hiçbir şey yok bakabilirsiniz, panikle çantayı açmaya çalışırken, polis: Yiyecek var mı? Hayır ama sandviç yapmıştım onun poşeti var yedim. P: Nerede yedin? -Uçakta. P: İçinde ne vardı: Peynir, zeytin, avokado, ceviz… P: Et var mıydı? -Hayır et yoktu. P: Yani avokado diyorsun, -evet. P: Peki gidebilirsin. Arkadaşlar siz siz olun, keçi-koyun tulum peynirinden ekmek arası bir şeyler yapmayın, polis bilmiyordu ama ben köpeğin neyi kokladığını anladım 
Not: JFK’dan Airtrain + Normal metro 7.75 USD +2.75 USD tutuyor. Otobüsler hemen havaalanı dışında, tek başınıza gidiyorsanız otobüs f/p açısından en uygun seçenek.
Metrodan indikten sonra, şaşkınlıklarla etrafa bakındım. Her yer çöplük içindeydi, balya balya esrar yakılmış gibi kokular tek bir insandan çıkıyordu. Metro vagonlarında, walking dead sahnelerini aratmayacak zombi görünümlü tipler… Korktum. Sağda solda uzanmış evsizler, bağırıp çağıranlar, çöplükten beter leş gibi sokaklar, koca lağım fareleri… Brooklyn böyle bir yer değildir herhalde ben kötü yerine denk geldim diye düşündüm. Moralim bozuldu.
İlk gün, check-in planı sonrası etrafı gezmeyi düşünüyordum. Ama hava soğuktu ve moralim baya bozulmuştu. Bu yorgunluk ve kafa dağınıklığıyla dışarı çıkmak moral bozukluğunu en fazla pekiştirirdi. NYC saatiyle 4 pmde çoktan uyumuştum.
Tabii ki 01:30 gecenin bir yarısında uyanarak, garip bir biçimde altı saat kadar sabah olmasını bekledim. Uyarılara göre -12 olan hava hissedilen rüzgarla birlikte -18. Hazırlıklı gitmiştim veya ben öyle sanıyorum. İlk gün kısa bir koşuya çıktım, sabah 06:45’te evden çıktım. Sokaklardaki çöplük 5 kmlik bir alan boyunca nerdeyse aynı şiddetteydi. Spor yapan filan da yoktu. Parmaklarım kısa bir süre içinde acıyla buz kesti. Hızlıca eve dönmeye çalıştım. Hayatımda böyle soğuk görmedim!
Cumartesi günü: Evden çıktım, ilk hedefim Brooklyn Köprüsü. Dünkü moral bozukluğu yoktu daha çok merak içindeydim. Dilimde de bir şarkı mırıldanıyorum… “What a feeling!” (Flash Dance filminin ünlü sahnesi. Evet o köprü muhtemelen bu köprü değil ama yine de “What a feeling, Being's believin', I can have it all, now I'm dancing for my life…”
Neyse, o köprü bu köprü değilmiş arkadaşlar. Çorak çöllerin ortasındaki dev binalar yeşile hasret ağır metal yığınları arasından süzülüp giden ince bir su parçası… Sağdan sola ileriye geriye her yer aynı göğe uzanan taş yığınları arasında nefessiz kalmış bir su parçası. Tuhaf bir buruklukla şehrin kuzeyine doğru uzun yolculuğuma başladım.
Chinatown, little Italy, Midtown derken evet hepsini yürüye yürüye o havada kısa bir kahve molasıyla Manhattan’ın ortasına geldim. Bir Starbucks’a geçtim, sütlü filtre orta boy kahve 3.20 usd. Oturacak yer yok gibi, kafenin içi buz gibi, sanki evsizler doluşmasın diye kasıtlı şekilde soğuk üfleyen klimalar. Neyse dış mekanda güneşin vurduğu bir taburede dinlendim. Wifi var ve tuvaletleri kullanabiliyorsunuz. Günün sonunda Central Park’a vardım. Saat öğleden sonra üç suları, parkta biraz gezinip, eve dönmeye karar verdim. Hava çok soğuktu ve yün eldiven kesinlikle bir işe yaramıyordu. Dahası telefon bataryası donduğu için şarjı bir anda yarılanmıştı. Daha fazla dışarıda kalınamazdı.
Pazar günü: Sabah yüksek ateşle uyandım. Evde 11’e kadar dinlensem de kar etmedi. Kalan gün boyunca sokakta olacak ve gecesi uçuşa gidecektim. Yanımda iki adet parol almıştım. Ama hiçbir işe yaramadı. Newark havaalanı için aktarma durağı World Trade Center civarında bir starbucksa geçtim ve yaklaşık 3 saat kadar orada bekledim. Aynı gece sorunsuz bir biçimde uçağa bindim ve aynı gün gece Ankara’daydım. Şu anda bir hafta tamamlanmak üzere ve yakalandığım ağır grip etkisi azalarak da olsa sürüyor.
Bir Akdenizli için bunca soğuk bunca beton yığını estetik yoksunu bu şehir sevilemezdi- üzgünüm New Yorklu kadeşlerim- berbattı!.
Evsizler ekstra soğuk havalarda, tüm kapalı alanlara doluştuğu için ortaya tuhaf görüntüler çıkıyor. Tam da cumartesi günü deli olduğu iddia edilen biri, 42. Cadde civarında bir kadını gelen metronun önüne ittiği haberlerini alırken, birkaç saat sonra oradan geçtiğimi hatırlıyorum ve bu aşırılık beni şaşırtmıyor. Bindiğim metroların bazı vagonları sadece evsizlere aitti, topluca banklarda uyuyorlardı ve bu vagonlar insan sağlığı için pek iyi durumda değildi. Ben boş görüp bindiğimde, neden sonra kimsenin bunlara binmediğini fark ediyordum. Pazar arabası gizli bir tarikat sembolü gibi (şaka şaka), pazar arabalı biri görsem anlıyorum ya evsiz ya da “çarşıya” giden bir Latin veya Asyalı teyze…
Tüm bu yola gitmeden bir gün önce 1976 yapımı olan ve NYC’de geçen bir film izlemiştim. “Taxi Driver” filmi. Ne eksik ne fazla, NYC, kara belaları, sosyal problemleri, çöplüğüyle ve evsizleriyle biraz o günlerdeki gibiydi. Bir sosyopatı oynayan Robert De Niro’nun şehri kökünden temizleme isteğini biraz da olsa anlıyorum şimdi… Aynı filmden herkese şu şarkıyla veda ediyorum, “late for the sky” Jackson Browne.
Işıkla kalın…